Kalbinin atışı araba motorunun sesini bastırıyor. Heyecandan eli ayağı buz kesiyor, yol boyunca sayısız düşünceler ve sayısız duygular düşüyor gönlüne; yolun tozuna dumanına karışıp gidiyordu.Oysa gittiği bir yabancı el de değildi. Bir zamanlar babasının muallimlik yaptığı çocukluğunun ilkokul, ortaokul yıllarının geçtiği topraklaraydı yolculuğu.
Yıllar önce istemeye istemeye, hüzünle ayrılmıştı bu topraklardan. Ayrılık acısını tekrar yüreğinde hissetti. Arkada bıraktıklarını düşündü giderken. Yine aynı soru zihninin dehlizlerinden gün yüzüne çıkmıştı gitmek mi zor, kalmak mı zor?
Köyün girişine yakın koca çınarın gölgesine varınca durdu. Koca çınar heybetinden hiçbir şey kaybetmemişti. Ulu çınar dallarını saran şefkatle; ağustos böceklerine, kuşlara, arılara, böceklere kucak açmaya, yuva olmaya devam ediyordu. Bıraktığı gibi bulmak hoşuna gitti ulu çınarı.
Yıllar sonra buluşan iki eski dost misali hasretle kucaklaştılar. Yusuf, uzun bir süre koca çınarın gövdesinde kaldı.
Ulu çınar yapraklarının hışırtısıyla; ‘’Nerelerdeydin Yusuf, özlettin kendini! ’’ der gibiydi.
Birden çoban çeşmesinin nağmelerini işitti. Söylenen nağmelere eşlik ede ede çoban çeşmesinin yıkık dökük, yosun tutmuş taşlarına oturdu.
Çocuk aklıyla en gizli sırlarını onunla paylaşmıştı . Yıllar sonra yine kalbini açtı, gönlünce dertleşti, anlattı başından geçenleri olup bitenleri. Çoban çeşmesinin yarenliği içini rahatlattı, gönlünü hoş kıldı.
Yolun karşı tarafında duran bostanlara, bağlara, tarlalara baktı. Reyhan’ın hayali geldi gözünün önüne. Ne güzel vakitlerdi geçirdikleri! Bostanlara dalıp, kırıp kırıp göbeklerini lezzetle yedikleri karpuzlar, karınları ağrıyıncaya kadar yedikleri dutlar, erikler, lacivert akşamlarda damlarda seyrettikleri yıldızlı semalar, boylu boyunca uzandıkları çimenler, koşuşturdukları gelincik, mısır tarlaları, kurdukları salıncaklar, okul bahçesinde oynadıkları mendil kapmacalar geçiverdi gözünün önünden birer birer.
‘’Ah be Reyhan !‘’dedi. “Ne erken ayrıldın aramızdan?!” Reyhan beyaz teni, yuvarlak yüzü , ela gözleri , lüle lüle saçları, yüzünde gamzesi ile neşeli şen şakrak bir kızdı.
Yusuf hiç unutamamıştı Reyhan’ı. Onu hatırladığında farklı atardı kalbi, yine öyle oldu. Yüreğine düşen koru hissetti!
Reyhan bir gün ansızın hastalanmıştı. İnce hastalık demişlerdi derdine. Doktorlar, ilaçlar biçare kalmıştı bu derde. Gözlerinin önünde gül benzi solup gidivermişti...
Reyhan, evin bir kızı, nar tanesi nur tanesiydi. Annesi babası iyileşmesi için çok uğraştıysa da nafile, olmayınca olmuyordu!
Her sabah Yusuf, Reyhan’ın hasta yatağına renk renk, motif motif işlenmiş yazmalarının içine koyduğu yumurta, peynir, helva götürür, yazmanın içine güller karanfiller, papatyalar bırakırdı! Gidip gelen yazmalar birbirlerine seslenişi, dokunuşu olurdu.
Nazlı yardan selamlar getiren seher yeli bir sabah çaldı kapısını Yusuf’un dertli dertli. Boynu bükük verdi acı haberi.
Yusuf, Reyhan’ın gidişini, ayrılığını kabullenemedi bir türlü!
Böyle gitmek var mıydı? Düştü aklına o soru gitmek mi zor, kalmak mı zor ?
Muallim Babasının tayini, Reyhan’ın hastalığı, ölümü aynı yaza denk gelmişti.
Yusuf köy meydanına vardığında Sakaların Kahvesi’ne yöneldi. Tulumbanın arkasına düşen iğde ağacının yanındaki masaya geçti. Kahvedekiler kimisi bakışından, kimisi gözünden, kimisi anasına babasına benzerliğinden tanıyıverdiler Yusuf’u!
“Aaa…Muallim Hamdi’nin oğlu bu ya!” sesleri duyuldu. Meraklı, şaşırmış bakışlar arasında kahveler, çaylar içildi sohbetler edildi, eskiler anıldı hal hatır soruldu.
Yusuf, ilk fırsatta Reyhan’nın ailesini sordu sual eyledi. Evlat acısı anasını babasını suskun kıldı; “Bağ bahçe işleri ile avunur dururlar” dediler!
Yıllar sonra Reyhan ‘a kavuşacaktı. Zeytin ağacının gölgesinde uyuyan Reyhan’nın başına geldi! Yıllardan beri sakladığı oyalı yazmayı öpüp kokladıktan sonra kabir taşına özenle bağladı. Bu Anadolu’da unutulmadığının, hatırlandığının, sevdiğinin bir nişanesi olarak sunulan kadim bir gelenekti. Rüzgar yazmanın oyalarını sallıyor, çıkan sesler Reyhan’ın mutluluğunu gönlünün sesini Yusuf a getiriyordu!
Bir tanıdık ses geldi kulağına. Sesin sahibine dönüp baktığında Reyhan’ın babası Hikmet Amca’yı gördü karşısında!
Tek söz edemeden sessizce bakıştılar. Bu sessizliğe çok şey sığdırdılar!
Hikmet Amca cebinden çıkardığı mendili Yusuf’un göğsünün üstündeki cepkene yerleştirdi özenle…
Yıllardır sakladığı bu kutsal emaneti sahibine vermenin mutluluğu ile gönlü huzur doldu. Böyle bir mutluluk hissetmeyeli uzun zaman olmuştu. Kızının vasiyetini yerine getirmenin hafifliğini yaşıyordu!
Mendilin, yazmanın içinde saklı aşkın gizli sembolleri, şifreleri çözülmüştü. Yazmanın gönlü hoş, mendilin gönlü hoş ayrıldılar oradan!
Yusuf , “Aşk dedikleri umut, hicran, hasret, çile, olmalı” diye düşündü ve menzile varmak için uzun ince bir yola koyuldu…
Yerel Haberci
25/07/2021