YOUTH
İsviçre’de bir inziva merkezinde geçen Youth tamamıyla bir hayatla hesaplaşma filmi aslında. Eski ve çok başarılı bir orkestra şefi Fred ve emeklilik filminin senaryosu üzerinde çalışan Mick. Bu iki arkadaş üzerinde yaşlılık-gençlik, direniş ve teslimiyet gibi zıt konuları anlatıyor Paolo Sorrentino. Bu bağlamda kendisinin bir çizgisinin olduğunu söyleyebilirim. Zira hayatla hesaplaşma, sorgulama gibi konulara filmlerinde çok yer veriyor.
Filmin içinde, durup üstüne dakikalarca düşünebileceğiniz bunun gibi çok güzel cümleler yer alıyor. “Senin, benim arzularımdan bahsetmek istiyorum. Saf, imkânsız, edepsizler…ama bunun önemi yok çünkü bizi insan kılan onlardır.”
Film, görüntüleri açısından çok başarılı. Müzikle görüntünün harmonisini de çok güzel kullanıyor. Adının “gençlik” oluşu ve aslında “yaşlılığı” anlatması filmin geneline de yayılmış olan alaycı anlatımı destekler nitelikte.
Hepimizin karantinasını geçirmek isteyeceği güzellikte olan bu inziva yeri her duygudan insanlara dolu…
-----
PARASITE
Bu senenin belki de adını en çok duyuran filmi oldu Parasite. Ödül sezonunu da fazlasıyla iyi geçirdiğini söyleyebilirim. Aldığı bir sürü ödül yanında en çarpıcılarından biri de, -bir ilk olması dolayısıyla- akademi ödülleri oldu. Parasite, tarihte “En İyi Film” Oscar’ını alan ilk yabancı dilli film olmayı başardı.
Temelde zengin- fakir zıtlıklarını anlatan bu film nasıl oluyor da klişe olmaktan çok uzak bir yerde seyrediyor? İşte burada, filmin hem senaristliğini hem de yönetmenliğini üstlenen Bong Joon Ho’nun zekasını övmeden geçemiyorum. Parasite’ı izlerken, aynı anda birkaç duyguyu yaşadığınız ve sürekli şaşırmaktan kendinizi alamayacağınız 2 saat geçiriyorsunuz. Film hem anlatısal hem de görüntüsel olarak çok katmanlı bir yapıya sahip. Karakterler de çok incelikle oluşturulmuş, hepsi farlı bir amaca hizmet ediyor.
-----
ÖLÜMLÜ DÜNYA
Bu filmi, sizleri karantina sürecinde biraz olsun yükseltmek için listeye aldım. Ali Atay’ın yönetmenliğini yaptığı Ölümlü Dünya en geneliyle bir suç komedisi.
Görünürde bir esnaf lokantası işleten Mermer ailesi, aslında uluslararası bir örgüt için çalışan seri katillerdir. Film bu Amerikanvari konuyu çok Türk bir aileyle anlattığı için daha ilgi çekici geliyor. Güzel müzikleriyle ve alışkın olmadığımız karakterleriyle izlemesi keyifli bir kara komedi filmi.
------
TOC TOC
Obsesif kompulsif bozukluğu olan 6 kişi bir odaya koyarsanız neler olur? Hepsi farklı obsesyonlara sahip ve bunları uçlarda yaşayan karakterlerimizin kendilerini kabul etme süreçlerini ve grup terapisinin ne kadar etkili bir yöntem olduğunu izliyoruz.
Şu sıralar hepimizin ortak bir obsesyonu var, o da hijyen. Siz de karantina günlerinde sabundan elleri kuruyan, sirkeden başı ağrıyan tarafta mısınız? O zaman sizi bu güzel İspanyol komedisiyle baş başa bırakıyorum...
-----
INTO THE WILD
Sıradaki filmimiz kendi karantinasını “vahşi doğada” yıllar önce oluşturan Christopher McCandless’ın sıra dışı hikayesi hakkında. Film, aynı isimli kitaptan uyarlama bir gerçek yaşam öyküsü. McCandless’ın biyografisi de diyebiliriz. Film boyunca kitap düşkünü karakterimizin yaptığı bir alıntıda ya da söylediği bir sözde mutlaka kendinizi buluyorsunuz. Ve bir süreden sonra bu tutku hepimizin tutkusuna dönüşüyor.
Topluma ve ahlaki yargılara, sorumluluklara ve sorunlara karşı çıkan, kendi özgürlüğünü arayan Chris (Emile Hirsch) üniversiteden mezun olduktan sonra hayatında ciddi bir değişiklik yapmaya karar verir ve uzun bir yolculuğa çıkar. Bu yolculukta yer yer zor anlar yaşar fakat çoğu zaman aradığının peşinden gitmenin hazzıyla önüne çıkan engelleri yok sayarak “Alaska” hayaline emin adımlarla ilerler.
Film boyunca bir Alaska’daki yaşamını bir de oraya gelene kadar yaşadıklarını izliyoruz. Christopher’ın toplumdan kaçış yolculuğunu bizlere; doğma, büyüme, ergenlik vb. gibi metaforik bir anlatımla, bölümlere ayırarak sunuyor Sean Penn. Samimi çekimlerle ve doğal oyunculukla film belgesel havası da veriyor biz izleyenlere. Bu noktada Emile Hirsch ’in karakterini iyi anladığını ve benimsediğini düşünüyorum. Kendisi oynamıyor, adeta Christopher McCandless oluyor. Yazımı Christopher’ın şu sözleriyle sonlandırmak istiyorum…
“…en azından bir kere bile olsa kendini tartmanın, bir kere bile olsa kendini, insanın en antik koşullarının içerisinde bulmanın, ellerinizden ve kafanızdan başka size yardım edecek bir şey olmadan kör ve sağır taşla tek başına yüzleşmenin gerektiğini, biliyorum.”
Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorumu Siz Yapmak İstermisiniz ?