Gün uykudan uyanmamış, el ayak güne değmemişti sabahçı kahvesinden içeri girdiğimde…
Küçücük odaya sıkışmış yılların yorgunluğunu üzerinde taşıyan yıpranmış masalar, birbirine benzemeyen sandalyeler ve çay ocağını hazırlamaya çalışan ocakçıdan başka hiç kimse yoktu içeride…
Sokak lambaları belli belirsiz yanıp sönüyor esen rüzgar kaldırım kenarlarında küçük küçük hortumlar oluşturuyor, caddede gecenin son voltalarını atıyordu başıboş köpekler üzerimde ki soğuğu savmak için sobaya en yakın olan masaya geçtim. Ateşi ısıtmayan sobaya doğru avuçlarımı, bacaklarımı beyhude yanaştırdım.
Çok zaman olmamıştı ki ocakçı demlenen çaydan bir bardak koydu önüme büyük parmakları kurumuş çatlamış elleriyle, o ana kadar hiç göz göze gelmemiştik.
Yüzüne ilk bakışta dikkatimi çeken keskin sürmeli gözleri, sol elmacık kemiğinin altındaki yanık yarası oldu.
Çaydan bir yudum aldım. Çay çok demli olmasına rağmen ocakçıya dönüp ‘çayın demeni azaltabilir misin’ diyemedim!
İyi ki dememişim.
Buzlu ocak camın arkasından seslendi: İlk çay ocaktan beyim!
Yol yordam bilen bir mekan sahibinin misafirperver sözleriydi bu, içimi rahatlattı.
Otobüsten indiğimi görmüş olacak ki ‘yolculuk uzaklardan mı’ dedi…
Söz sırası artık bana gelmişti. ‘Uzaklardan geliyorum buraya tayinim çıktı’ dedim.
‘Meraklanma hocam. Bizim eller iyidir. İçin rahat etsin’ diye cevap verdi.
Bir minibüsün şavkı içeriği birden aydınlattı.
Minibüsten inen üç kişi selam vererek ocağın en yakınındaki masaya geçtiler.
Bakışlarım bir anda içeri girenlerin gözlerine takıldı.
Gözleri hayret verici şaşırtıcı bir şekilde ocakçının gözleri gibi sürmeliydi.
Aynı tornadan çıkmış gibi dördününde gözlerindeki kirpikler kapkaraydı.
İlk defa böyle bir göz yapısıyla karşılaşıyordum hiçbir anlam verememiştim.
Kaçamak bakışlarla sürmeli gözlere bakıyor arada sırada aralarında geçen konuşmalara kulak kabartıyordum!
Anladığım kadarıyla civar köylerden gelmişlerdi.
Ocakçıya işlerin zorlaştığını eskisi gibi tadı tuzu kalmadığından dert yanıyorlardı.
Vardiyalardan, sondajlardan, yevmiyelerden söz ediyorlar aralarda ‘nerde senin ustabaşı olduğun devirler. Ne güzeldi!’ deyip ocakçıyı yere göğe sığdıramıyorlardı.
Boyaları solmuş rutubetli duvarda eğreti asılı duran saate sık sık göz atmalarından bir şeyi bekler gibiydiler.
Bir minibüsün korna sesi ile alelacele vedalaşıp kapıya yöneldiler. Kapıda pusuya yatmış olan soğuk daha onların kapıdan çıkmasına beklemeden havada yüklü olan keskin kömür kokusuyla birlikte içeri buz gibi girdi.
Buğulu pencereden alaca karanlığı kör ışıkları ile aşmaya çalışan emek yüklü çile yüklü tren katarlarının raylar üzerinde ağır ağır yol alışlarını öylece seyrettim!
Gün örtüsünü bir türlü kaldırmakta acele etmiyor zamanda bundan istifade ediyor bir türlü ilerlemiyordu.
Biraz sohbet etmenin iyi geleceğini düşünerek ocakçıya dönüp ‘biraz önce giden arkadaşların seni çok seviyorlar diye bir laf attım.
‘Severler bende onları severim ölüme, taşa, toprağa, karanlığa birlikte kazma kürek salladık!’ dedi.
‘Nasıl yani?’ dedim. Donuk olan yüz ifadesinde bir hareketlenme oldu. Dilinden dökülüverdi bu kara elmas diyarının hayatı…
Emekli olduktan sonra da ocakçılık onun peşini bırakmamış, yer altında kömür ocaklarında çalıştığı gibi yer üstünde de Sabahçı Kahvesi’nde çay ocakçılığı yapıyormuş.
Kara elmas diyarına 10, 12 yaşlarında Trabzon’dan gelmiş.
Sadece Trabzonlular mı?! Gümüşhaneliler, Samsunlular, Bayburtlular, Bartınlılar, Rizeliler ana ocaklarını bırakıp kara elmas ocağına gelip bu toprakları yurt edinmişler.
Yüzyıl önce Uzun Hasan’ ın başlattığı bu zorlu zahmetli kara taş kervanının yolcusu olmuşlar!
Bu kara topraklar dünyalığı, ahretliği, pişen aşı, tüten bacası olmuş.
Meğer bu sürmeli gözlerin kerameti, göz yuvalarının aklarına katmer katmer yerleşen kara taşın, kara tozun silinmez izleriymiş!
Kudret kaleminin çektiği bu sürmeyi kara ocakların nişanesi olarak gözlerinde taşırlarmış…
Yanağında derin yanık izi hiç hatırlamak istemediği 1992 Zonguldak Kozlu‘ da meydana gelen ve 263 işçinin öldüğü o kara gündenmiş!
Karanlık gece kulakları sağır eden patlamayla başlamış.
Sarsılmış yer altı ve yer üstü ardından gözün gözü görmediği kapkara bulutlar kaplamış her yeri. Soluklar kara tozla tıkanmış her bedene ecel soğukluğu düşmüş.
Bağırışlar haykırışlar arasında kömür ocaklarının içine ansızın ölüm sessizliği çöküvermiş!
Kendisi ve bir kaç arkadaşı yoğun öldürücü kara dumanın içinde saatlerce yürüyerek zor bela kuyu dibine ulaşmışlar.
Kuyudan asansörle yukarı çekilerek kurtulan son işçilerdenmiş. Birçok arkadaşını metan gazı birikmesine bağlı ‘gruzu’ patlaması alıp götürmüş.
Aylarca ocaklarda süren ateş bazı arkadaşlarının cesetlerine ulaşmalarına bile izin vermemiş.
Yüzünün yarısını saran leke ise o mahşer günü sıratın üstünden geçerken yüzüne değen kor ateşin bıraktığı izmiş.
Anladım ki o kor ateş sadece eline yüzüne değil sönmemek üzere binlerce kalplere, ocaklara da düşmüş!
Bu kara sevda, bu aşk ‘Gitme dedim ocaklara kara olursun, sen de benim yüreğime yara olursun, karadır kaşların benzer kömüre’ diye dillerde türkü, ağıt, name olup bu toprakların bağrına düşmüş!
Sabahçı kahvesinden ayrılırken gün yüzünü göstermeye başlamıştı. Günün ilk ışıkları birlikte bu madenci kasabası tüm çıplaklığı ile gözümün önündeydi.
Limanda ise allı yeşilli rengarenk takalar çıkardıkları ‘taka, taka’ motor sesleri ile ağlara düşecek nasiplerini aramak için peşlerine takılan martılarla birlikte heyamola deyip Karadeniz’e vira vira dümen kırarken, ben de seyir defterine neler yazacağımı bilmediğim bir seferin başındaydım…
Henüz Yorum Yapılmamış. İlk Yorumu Siz Yapmak İstermisiniz ?